11 Aralık 2009 Cuma

George Carlin, "ZAMAN PARADOKSU"



Derleyen Tuba USTA

George Carlin Amerika´da 70 ve 80 li yılların bir komedyeni idi. Biraz ağzı bozuk olarak bilinirdi.

11 Eylül den (9-11) ve karısının ölümünden sonra şöyle yazmıştı.
Tarih içinde zamanımızın pradoksunu şöyle sıralayabiliriz : Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var. Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz. Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var. Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz. Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz. Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz. Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür.

13 Kasım 2008 Perşembe

TURGUT ÖZAKMAN 'MUSTAFA' FİLMİNİ İZLEDİ. PEKİ NE DEDİ?

TURGUT ÖZAKMAN 'MUSTAFA' FİLMİNİ İZLEDİ. PEKİ NE DEDİ?
13.11.2008 11:50:00

“Mustafa”yı Can Dündar ile birlikte izleyen "Çılgın Türkler"in yazarı Turgut Özakman film hakkında ne dedi?



Can DÜNDAR / MİLLİYET

Mustafa için ne dedi?

Turgut Özakman hocamla kitaplar, anılar ve yorumlar arasında unutulmaz bir 4 saat geçirdik. Evinden ayrılırken nihayet ‘Mustafa’ya ilişkin derli toplu, akademik bir değerlendirme dinlemiş olmanın keyfini yaşıyordum...

Geçen gün Turgut Özakman’ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken görünce çok üzülmüştüm.
Çünkü filmi izlemediğini biliyordum.
Ankara galasına bizzat davet ettiğim halde gelememişti. Sonradan karşılaştığımda da “Gelemedim, ama en kısa zamanda izleyip seni arayacağım, fikrimi söyleyeceğim” demişti.
Araya zaman girdi. Filmle ilgili asılsız eleştiriler aldı yürüdü. Filmde olmayan sahneler bile bu internet-medya kampanyasında suçlama için kullanıldı.
Sonunda Mehmet Ali Birand 32. Gün’de, “Mustafa” tartışması için Turgut Özakman’la beni davet edince, dün kapısını çaldım, “Hocam gelin şu filmi birlikte izleyelim” dedim.
“Memnuniyetle” kabul etti ve beni evine buyur etti.
Kitaplar, anılar, yorumlar arasında unutulmaz 4 saat geçirdik birlikte...

‘Şaşırmıştı, kuşkuluydu’
Özakman, annemin Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden çalışma arkadaşıdır.
Bir kez daha yazmıştım, annem sigara içmeye onun yanında alışmış; yıllarca da tiryaki olarak kalmıştı. O yüzden “Şu Çılgın Türkler”den önce de bizim evde hep “kulakları çınlatılan”, saydığımız bir aile büyüğü gibidir.
Ankara Or-an sitesindeki evinde bu sıcaklıkla karşıladı beni...
Eleştirilerin hepsini okumuştu. Hatta biraz da şaşırmıştı.
Kuşkuluydu.
“Seyredeceğim. Beğenirsem söylerim, beğenmezsem de söylerim, haberin olsun” dedi.
Zaten aksi düşünülebilir miydi?

‘Hayret hayret hayret!’
Birlikte izlemeye koyulduk.
İzledikçe gözlerine inanamadı.
“Böylesine acımasızca yerden yere vurulan, hakkında kampanyalar açılan film bu mu”ydu?
“Ne vardı ki bunda?”
“Hayret...hayret...hayret...” diye tepkisini gösterdi Turgut Hoca...
Bu kampanyanın nasıl açıldığına inanamadığını söyledi.
Önündeki internet mesajlarında suçlanan sahneler, filmde yoktu bile...
İzlerken sorular sordu, notlar aldı.
Eleştirileri, katılmadığı noktalar yok muydu?
Vardı; hem de pek çoktu.
Ama bunun iyi niyetli ve titiz bir çalışma olduğunu, bir “ilk film” olmasından kaynaklanan kimi beklentileri karşılayamamamasının doğal sayılacağını, bazı küçük düzeltmeler yapılsa çok daha amacına uygun bir film haline gelebileceğini söyledi.
Bazı şeylerin söylenmesini “erken” ya da “zamansız” buluyordu. Bazı bilgilerin şu ortamda Atatürk’e zarar vermesinden korkuyordu. Ama film aleyhine karalama kampanyası yürütenlere, “Bu filme gitmeyin” diyenlere kesinlikle hak vermiyordu.

‘Haksızlık ediyorlar’
Bunları, dün akşamüzeri banda kaydedilen, bu akşam yayımlanacak “32. Gün” programında da söyledi:
Bütün eleştirilerini, maddi hata saydığı yerleri, yanlış anlaşılmasından endişelendiği sahneleri, kendi deyimiyle “bir hoca gibi, bir baba gibi”, müşfik bir yaklaşımla birer birer, madde madde sıraladı. Düzeltilmesini istedi.
Cevaplarımı sabırla, anlayışla dinledi.
Ama sonunda “filme haksızlık edildiğini” söyledi; büyük emek ürünü olduğunu teslim etti.
“Dediğim noktaları mutlaka düzelt. Ben de eşimi alıp sinemada da izlemeye gideceğim” diyerek beni uğurladı.
Torunu da filme gitmemiş, ama filmde Atatürk’ün sigara tiryakisi gibi gösterildiğini duymuş, üzüntüsünü dedesine söylemişti.
“Seni görse sana da söyleyecekti” dedi Turgut Hoca...
“Ben de onu görsem, dedesinin anneme kötü örnek olduğunu söylerdim” dedim; bir kahkaha attı.
“Film, Atatürk’ü sigara içerken gösteriyor” diye bana dava açanların, evlerde sigara içki içerek çocuklarına kötü örnek olan ana babalara da dava açması gerekmiyor muydu?
Filmi eleştirmek için program yapanların, makale yazanların, söz söyleyenlerin, “meslek etiği gereği” önce eleştirdikleri filmi görmeleri gerekmiyor muydu?
Özakman’ın evinden ayrılırken hem yarım yüzyılın imbiğinden süzülmüş bir birikimden yararlanmanın gururunu taşıyordum, hem de (nihayet) filme ilişkin derli toplu, akademik bir değerlendirme dinlemiş olmanın keyfini...
Aklımda, giderayak şefkatle kulağıma fısıldadığı şu söz kaldı en çok:
“Sabır... ya sabır!”

29 Ekim 2008 Çarşamba

Mustafa Pamukoğlu - Maliye Tarafından

Cumhuriyetimizin 85. Yılında Çocuklarımız


Büyük Türk Milleti Mustafa Kemal’in önderliğinde 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurarken geleceğini yeni kuşaklara emanet etmişti. Bu dönemin çocukları, 80’li yılların büyükleri bu emaneti çok iyi kullandılar; savaşı, kıtlığı, kuyrukları yaşadılar, özveri ile ülkelerine ve kahramanlarına sahip çıktılar.

Buna örnek babamdı. O Atatürk’ün başöğretmeni idi. Atatürk’e sevgisi ve saygısı müthişti. Ülkesinin gelişmişliğinde eğitimin önemi, onun için Allah’a inancından sonra en büyük imanı idi. Gece yarılarına kadar ibadet eder; gündüz Diyarbakır’da Atatürk İlkokulu’nda başöğretmenliğini yürütürdü. Kürt değildi, ama tüm Kürtler onun kardeşi idi. Diyarbakır’da yüzlerce kahvehanenin yerine fabrika bacaları olması gerekir, derdi. Hatip Dicle öğrencisi idi ve onu çok sever, çalışkanlığını herkese örnek gösterirdi. Namaz kılar, Cuma’sını kaçırmaz ama hiçbir tarikata sıcak bakmazdı. Çocuklarının eğitimleri dışında giyim kuşamlarına, çağdaş olma gayretlerine hiç karışmazdı.

Babamın neslinin büyük çoğunluğu bu anlayışta idi. Onların çocukları da yani bizler bu terbiye ile büyüdük. Vefalı, tutumlu, ülke sevgisi ile dolu, samimi inançlı, bağımsız ve onurlu bir ülke vatandaşı olmayı onlar kadar iyi başaramazsak da gayretli olduk. Nice gencecik vücut bu uğurda can verdi. Eğitime ve okumaya meraklı idik; ülke ve dünya meselelerine kafa yoruyorduk. Ayrımcılık nedir bilmedik.

Sonra bizim çocuklarımız, yani 80’li kuşaklar, bizden bu bayrağı yavaş yavaş almaya başladılar. İşte bu kuşaktan önceki kuşakların gücünü, olgunluğunu, ülke sevgisini ve kardeşlik duygularını gören Batı bu işin dünya için hayırlı olmayacağını görerek ayrımcılık tohumlarını, kendi kültürünü ve tüketim ekonomisi virüsünü toplumumuza aşılamaya başladı ve bunda da başarılı oldu. Hele son 20 yıldır bugünkü küresel krizin de sebebi olan kolay zenginleşme, paradan para kazanma, çılgınca tüketim toplumumuzda metastas yaptı. Okumayan, dünyada ne olup bittiğini araştırmayan, düşünmeyen, eğlence ve keyif yerlerinden çıkmayan, internetten ayrılmayan, geyik muhabbetleri ile en güzel zamanlarını hovardaca harcayan bir nesil ortaya çıktı. Araba markaları, cep telefonları, giyim markaları genel kültür seviyelerinin ölçüsü oldu. Kredi kartı olmayan çocuk ayıplanır, kontörlü telefon kullanan çocuk ise dışlanır oldu.

Bu tüketim ekonomisi sadece çocuklarımızı değil bizim kuşağı da etkiledi. Atatürk, millet, bağımsızlık, kardeşlik duyguları Batı endeksli tu kaka oldu. Bunları dile getirmek avam kabul edildi. Küreselleşmenin maddi değerleri baş tacı yapıldı. Para kazanma becerisi her şeyin önüne geçti. Allah’la aldatmak bir yarış haline getirildi; tarikatlar sosyal ve ticari organizasyonlar şeklinde örgütlenmeye başladı. Liberallik, yobazlık, dindarlık, dincilik, demokratlık karman çorman oldu. Bu değerlerin ortak paydasına kolay para kazanmak ve zenginleşmek yerleşti.

Dolayısıyla bu akım yeni bir tip yaratmış oldu. Liberal, sözde demokrasi âşığı, Atatürk düşmanı, paranın gücünün en büyük güç olduğuna inanan, ülkesi bir savaşa girse kaçacak delik arayacak bir ilginç insan tipi doğdu. Bu anlayıştaki insanlar, tüketim zevkinin sarhoşluğu içindeki çocuklarımızı da etki altına aldı.

Artık çocuklarımızla iletişim kuramaz, onların dillerinden ve zevklerinden anlayamaz; onlara Atatürk’ü, ülke sevgisini, kardeşliği, Batı’nın bizi hep zayıf görmek istediğini, onun için çok güçlü olmamız gerektiğini anlatamaz olduk. Hele bir de onlardan “Aman dikkatli olun, demode şeylerle uğraşmayın yoksa suçlanırsın” diye ikaz da gelince iyiden iyiye karamsar olduk.

Karamsar düşüncelerle manevi eziyet içindeyiz. Aklı başında nesilleri yetiştirebilecek miyiz? Dünyadan bihaber muazzam sayıdaki çocuklarımızın yanında okuyan, düşünen, ülkesi için bir şeyler yapmak isteyen çocuklarımız ve gençlerimiz yok mu, mutlaka vardır; ama çoğunluğun içinde kaybolmuş durumdalar.. fark edemiyoruz.

Son küresel kriz, tüketim çılgınlığının faturasını bize ödetiyor. Aklımızı başımıza alalım ve çocuklarımızı geleceğe hazırlayalım. Polise taş atan, tüketmekten başka bir şey bilmeyen, ülke sevgisi ve sorumluluk bilinci oluşmamış çocuklarımızı, gençlerimizi tüketim çılgınlığı esaretinden kurtararak çağdaş bir insan olmalarını sağlayalım. Sorumluluk hepimizin. Korkarak söyleyeyim! Atatürk yattığı yerden bunu bizden istiyor. Kötü bir şey mi istiyor, siz karar verin…

pamukm@superonline.com

31 Temmuz 2008 Perşembe

İnternetteki Gazeteler Ne Kadar Haberci Olacak?

Haşmet Babaoğlu / VATAN

Gazetelerimizin internet sayfaları ve biz


Geçenlerde bir gün... Bizim gazetenin internet sayfasını açmış bakıyorum.

O da ne!

“Flaş transfer: Fatih Tekke Beşiktaş’ta” yazıyor.

Allah Alah, benim bildiğim böyle bir şey yok! Neyse ki tam karşımda Spor Servisi Müdürümüz İbrahim (Seten) var. Ona soruyorum.

Hiç duraksamadan “Söz konusu bile değil” diyor! Zaten bizim spor sayfalarımızda böyle bir haber yer almıyor. İbrahim sansasyonel ve yalan habere hiçbir zaman yüz vermez, bilirim.

Ama her ihtimale karşı kendi kaynaklarını arıyor İbrahim böyle bir transferin Beşiktaş’ta konu dahi edilmediğine dair bilgisini tazeliyor.

İyi de bu haber bizim gazetenin internet sayfasında “flaş”lanıp duruyor!

Sonra başka gazetelerin internet sayfalarına bakıyorum. Nerdeyse hepsinde aynı haber.

Belli ki okunur, tıklanır, reyting yapar diye her gazetenin internet sayfası bir kaynaktan aldığı bu garip haberi sayfasına taşıyıvermiş...

Bu olayın üzerinden 4-5 gün geçti.

Dün baktım, internet sayfamızda Tekke’nin Beşiktaş’a transfer haberi yer almayı sürdürüyordu üstelik hemen yanında aynı futbolcunun Fenerbahçe’yle takas edileceği haberi duruyordu.

Bunu neden yazıyorum.

Kimseyi eleştirmek için değil!

Bizim gazetenin ve başka gazetelerin internet sayfalarını yapan ve yöneten arkadaşların emeğini ve başarısını küçümsemek gibi bir niyetim de yok!

Ama artık bir durum saptaması yapmanın zamanı geldi!

Gazetelerin geleceği internette!

Bu kesin!

Ama internetteki gazeteler nasıl olacak ne kadar güvenilir, ne kadar ciddi, ne kadar haberci olacak? İşte orası karışık!

Çünkü internette gazete sayfası yapmak tıpkı televizyonda program yapmak gibi bir reyting tuzağının içine düşmek anlamına geliyor.

Hatta internetin ölçülebilirlik katsayısı ve özellikleri televizyonla kıyaslanamayacak kadar fazla.

O halde ne yapacağız?

İnternette “tıklanma” şehvetine kapılmadan gazete yapmak mümkün mü?

Külahımızı önümüze koyup bütün bunları düşünmemiz gerekiyor. Yoksa okura çok yazık olacak!


New York Times 5 yıl sonra sadece internette yayınlanacak!

Ancak şunu biliyoruz ki, internetteki NYT de tıpkı basılı NYT gibi olacak. Ciddi, ağırbaşlı, prestijli ve haberci!

Peki bizim gazeteler için aynı durum söz konusu olabilir mi?

Şimdilik bu sorunun cevabı olumsuz!

Hangi gazetemizin internet sitesini açarsanız açın, “günün en çok okunanları” listesinde kolay kolay ciddi bir haber ve yoruma rastlayamazsınız.

Pespaye magazin, beş para etmez polemikler ve gerçek olduğu kuşkulu sansasyonel haberler dolduruyor bu listeyi.

Bir örnek daha vereyim. Geçen ay kimi büyük gazetelerimizin internet sayfaları Batı kaynaklı bir fotoğraf dizisini yayınlayarak büyük reyting yaptı. Günlerce sayfalarında kaldı o fotoğraflar.

Neydi o fotoğraflar? Sarhoş genç kızların sersefil görüntüleri!

Şimdi soruyorum.

İnternet güzel, internet harika!

Hepsi bir yana kendimden örnek vereyim: Epeydir yalnız gazeteleri değil, kitapları bile internetten okumaya başladım.

O yüzden internet sayfalarının reklam alım gücünün artmasından büyük keyif alıyorum.

Ama bir yandan da endişeleniyorum geleceğin internet gazeteciliği böyle mi olacak diye...

En rezil merakları kışkırtmaya yönelik haberler sırf çok “tıklanıyor” diye doğru haberciliği ve sağduyulu yorumculuğu ezip geçecek mi?

Yavşakların sayısı çoğalacak, okurlarına cidden farklı şeyler anlatmaya çalışanlar yavaş yavaş ortadan yok mu olacak?

Eğer öyleyse, vah bu gazeteciliğin ve gazetelerin geleceğine!